ANA SAYFA » MAKALELER » GÜNCEL YAZILAR » DEPREM PSİKOLOJİSİ
6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli meydana gelen ve 11 ili sarsan, binlerce canımıza mal olan deprem, çok acı sonuçlarla yüzleştirdi bizi.
1999 Gölcük/Marmara depremi, Düzce Depremi, Afyonkarahisar/Dinar/Sultandağı Depremleri, Van Depremi, Elazığ ve İzmir depremleri sonrası, hala ders almayışımızın ağır ve can yakıcı sonuçlarıyla karşı karşıyayız ne yazık ki… Binlerce can kaybı, binlerce yıkılan bina ve on binlerce yaralıyla, iyileşmeye, yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz günlerdir. Son yüzyılın 2. Büyük depremi olarak kayıtlara geçen bu depremin şiddeti çok büyüktü. Bu bir doğal afetti, evet. Ancak aynı bölgede bulunan birçok bina yıkılırken, sıvasında çatlak bile olmayan, dimdik ayakta duran binalar da vardı. Demek ki tek sorumlu doğa değil, demek ki sadece ‘afet’ diyerek çözüme ve gerçekçi açıklamalara ulaşamayız.
Bu tür afetlerin, yıkıma ve can kaybına yol açan doğa olaylarının sadece fiziki değil, psikolojik olarak da ağır sonuçları var ve bu sonuçlar toplumun hafızasında derin yaralar açıyor. Depremin yaralarını sarmaya çalışırken, günlerdir tartışılan, konuşulan konu; bundan sonra ne olacak, bu travmayı nasıl atlatacağız ve bundan sonrası için neler yapılabilir? Tüm bunları yanıtlamak için durumu geniş bir açıdan ele almak gerekiyor. Her kesimin kendi üzerine düşenleri, sorumlulukları ve elbette ki psikolojik olarak iyileşmeyi konuşmamız gerekiyor.
O zaman önce ‘Afet’ nedir? diye sormak gerek.
Afetler, toplumun fiziki, ekonomik, psikolojik ve toplumsal olarak kayıplar yaşamasına sebep olan, günlük hayatın akışını bozan doğa, insan ya da teknolojik kaynaklı olaylardır. Afet deyince sadece doğal felaketleri düşünürüz ancak insan eliyle olan felaketleri ayırt etmek önemli. Deprem doğanın engellenemez değişimi, hareketidir ama depremden binaların yıkılması nedeniyle zarar görmek insan eliyle yaşanan bir felakettir.
Bu durumda ‘Zarar’ nedir? diye de sormak gerekir.
Birleşmiş Milletler Afet Riski Azaltma Ofisi (UNDRR)’ ne göre zarar; toplumun, varlıkların ya da sistemlerin tehlikelerin etkilerine duyarlılığını artıran sosyal, ekonomik, fiziksel ve çevresel etmenler ya da süreçlerin belirlediği koşullardır. Tehlike büyük olsa da zarar görebilirlik küçük boyuttaysa, afetin etkileri de küçük olacaktır. Örneğin Japonya’da çok daha büyük şiddette meydana gelen depremlerin neredeyse hasarsız ve can kaybı olmadan atlatılması bunun iyi bir örneğidir.
Dombroswsky’ye göre afet, meydana gelen fiziksel olayların, insan ve toplum üzerindeki etkileridir. Ona göre, ‘Afetin etkileri’ tanımı yanlıştır. Çünkü afetin kendisi zaten bu etkilerdir.
Durkheime’a göre, afetler toplumun bireylerini bir araya getiren, sorumluluk almaya ve dayanışmaya yönlendiren olaylardır. Nitekim depremin ilk gününden itibaren her kesimden, her düşünce ve inançtan insanların bir arada nasıl dayanışma içinde olduklarını görüyoruz. Özellikle empati, yardımlaşma, paylaşma, acıda ve yasta bir olma gibi tutum ve duyguların geliştiği dikkate değer.
İktisatçı ve filozof Karl Marx, afetlerden en çok, toplumdaki alt sosyoekonomik grubun zarar gördüğünü ifade etmektedir. Ona göre yüksek gelir grubundaki bireyler daha iyi koşullarda yaşadığı için bu tür afetlerden daha az zarar görür. Bu bakışa göre de afetlerin etkisi herkes için eşit değildir.
Aslında afetler doğanın sebep olduğu değişimlerin dışında, toplumdaki her kesimi farklı etkilemektedir. Yapılan araştırmalar, afetlerin en çok çocuklar, yaşlılar, engelliler ve kadınlar üzerinde yıkıcı etkilerinin olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin 6 Şubattaki Kahramanmaraş merkezli depremde kaç engelli vatandaşımızın hayatını kaybettiği bilemiyoruz. Çünkü burada depremin yıkıcı etkisinin yanında, bireylerin var olan engellerinin, onların hayatta kalmaları engelleyen ek faktörler oluşturup oluşturmadığını öğrenmek mümkün olamıyor. Aynı şekilde depremin, toplum bireylerinin cinsiyet, aile, eğitim, kültür, sağlık durumu, yaşam çevresi, azınlık ya da göçmenlik gibi farklı alt boyutlarıyla kimleri nasıl etkilediği de ayrıca ele alınmalıdır.
Bu tür yıkıcı etkileri olan büyük afetler sonrasında yaşanan acı ve yas ortak olsa da bu acı ve kayıplara karşı her insanın vereceği tepki birbirinden tamamen farklı olabilir. Bu da doğaldır. Bazı bireyler afetleri ilahi bir ceza olarak, kader olarak tanımlarken, bazıları tamamen bir doğa olayı olarak algılarlar. Birbirinden farklı görüşler olsa da afetler, etkiledikleri gruplara göre önce psikolojik, sonra sosyolojik olarak toplumu da değiştirip dönüştürürler. Bu değişim Kolektif Stres ya da Sosyal Kriz olarak tanımlanmaktadır. Bu depremin sosyal sonuçları da zaman içinde görülecektir. Özellikle ortaya çıkan sosyal eştsizlikler, can ve mal kayıplarının yarattığı sosyal yıkımlar önümüzdeki süreçte karşılaşacağımız bir sosyal öfke ve çatışmayı getirebilir. Şu an bölgede yaşayan ve depremden etkilenen bireylerin yaşadıkları şok, inkar, öfke, uyum, depresyon ve kabul süreçleri sağlıklı bir şekilde rehabilite edilemezse, bireyler yalnız bırakıldıklarını düşünmeye başlarlarsa var olan fiziki ve psikolojik sorunlar, sosyal sorunlara dönüşebilir.
Deprem, sel, yangın, terör gibi travmatik olaylar sonrası aile yapısı da önemli ölçüde olumsuz etkilenmekte, aile içinde şiddet, çatışma geçimsizlik, boşanma gibi farklı sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu tür olaylarda etkilenen üç ayrı grup bulunur. Birinci grup doğrudan olayı yaşayan ya da zarar gören kişilerdir. İkinci grup, yakınlarını kaybedenler, üçüncü grup ise, bizzat fiziksel olarak zarar görmeseler de olaya tanıklık eden, psikolojik olarak zarar görenlerdir. Her üç grupta da yoğun olarak ortaya çıkan duygu, sorunla başa çıkmaktaki çaresizlik ve yaşananlara duyulan öfkedir. Depremden birincil derecede zarar görmeyen ama tanıklık edenlerin yaşadığı bir diğer duygu utanma ve suçluluk duygusudur. İnsanların yaşadığı kayıp ve acının yanında kendilerinde fiziksel bir kaybın olmamasının verdiği utanç ve suçluluk duygusu kişilere bencil olduklarını da düşündürebilir.
Yakınlarını kaybedenler, onlar öldüğü için, kendisi sağ kaldığı için ve onları kurtaramadığı için suçluluk duygularıyla boğuşur. Depremden birebir etkilenmeyen ama yaşanan acılara ve kayıplara tanık olanlar ise, insanlar depremde hayatta kalmaya çalışırlarken, sahip olduğu konfor, kıyafet, yiyecek ve sıcak ortam için utanç ve suçluluk duyar.
Sıcak bir evde oldukları için, yemek yiyebildikleri için hatta zarar görmeden yaşadıkları için, sahip oldukları her şey için hissettikleri bu duygular aslında hem acı çeken ve kayıpları olan insanlarla ortak bir duyguda buluşma hem de onlar için daha fazlasını yapma çabasına rağmen yeterli olmadığının üzüntüsüdür. Ek olarak bu utanç ve suçluluk duygusu aynı zamanda içinde yetiştiğimiz kültür vasıtasıyla öğrendiğimiz, taşıdığımız kavramlara denk gelir. Bizler cenazesi olan mahallede eğlenceleri, düğünleri erteleyen, yas tutan insana 40 gün eşlik eden, çok güldüğümüzde bu gülmenin ağlamayla sonuçlanacağından korkan bir kültürün üyeleriyiz. Bu değerler toplumun bireylerini bir arada tutan kültürel ve sosyal bağlardır. Ancak bencillikle karıştırılmamalıdır. Psikolojik ve biyolojik ihtiyaçları karşılamak bencillik değildir. Bencillik, başkalarının ihtiyaçlarına ve acılarına duyarsız kalmaktır. Yemek yemek, ihtiyaçlarımızı karşılamak sadece kendi adımıza değil, depremden zarar görmüş insanlar adına da olması gerekendir. Toplumun her kesiminin aynı derecede etkilendiği ve tüm bireylerin psikolojik ve biyolojik olarak çöktüğü durumda kimse kimseye yardımcı olamaz. O nedenle bu afetten en az zarar görenler, en çok zarar görenlere yardımcı olabilmek için ve toplumsal iyilik için bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı olmalıdır. Bu keyfi bir şey değil, bir zorunluluktur.
Tüm bunların dışında depremi birebir yaşamış bireylere, kayıpları olanlara, yaralı kurtulanlara, ‘hepsi geçecek, bak sen yaşıyorsun, üzülme geçti artık, yakında her şey düzelecek vb’ gibi cümleler kurmayacağız. Özellikle ebeveynlerini kaybetmiş çocuklar söz konusu olduğunda, ‘annen/ baban melek oldu, onlar artık cennette, üzülme, ağlama, bak onlar seni görüyorlar, onlar da üzülürler vb.’ gibi teselli sözleri kullanmayacağız. Hem çocuklar hem de yetişkinler için iyi niyetli söylenmiş olsa da bu sözler yaşanan kaybı, yaşanan duyguyu değersizleştirir. Anlaşılmadığını, kimsenin kendisini anlamadığını düşündüren cümleler, kayıpların acısını derinleştirir. Mutlaka bir açıklama yapmak ya da teselli edici cümleler kurmak zorunda değiliz. Sadece dinlemek, bireyin yaşadığı duygulara eşlik etmek ilk etapta en uygun davranışlardır. Herkes her duyguyu gayet açık, ortada ve derinden hissederek yaşıyor zaten. Bu acı üzerine söylenen cümleler, yas süreci tamamlanmadığı için gerçekçi olmayacak, aksine bireyleri daha çok üzecek, hatta öfkelendirecektir.
Ek olarak hemen hemen tüm bireylerde deprem sonrası, seslere ve harekete karşı aşırı uyarılmalar, sürekli tetikte olma hali, öfke ve ağlama krizleri, uyku ve yeme sorunları, deprem anına tekrar dönüşler, sürekli deprem oluyormuş ya da olacakmış hissi görülebilir. Kapalı alanda duramama, kendisini güvende hissetmeme de bu duygulara eşlik eden diğer tepkiler olarak ortaya çıkabilir.
Deprem sonrası dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta, deprem mağduru bireylerin ve özellikle çocukların fotoğraflarının sosyal medya ve basın yoluyla paylaşılmasının yaratabileceği zararlardır. Yıllar içinde depremin olumsuz etkileri olabildiğince onarılmaya çalışılsa da bu fotoğraflar nedeniyle depremden zarar görenlerin, yaralı kurtarılanların travmalarını geçmişte bırakabilmelerinin engelleniyor olması ciddi bir sorundur. İnsanların unutma ve unutulma hakları ellerinden alınmaktadır. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletlerindeki İkiz Kulelere yönelik gerçekleştirilen terör saldırısı sonrasında bir kişinin bile yaralı ya da ölü fotoğraflarının basına yansımadığını hatırlatmak isterim. Bu toplumsal bilinçle mümkün olabilir. Buna rağmen ikiz kulelere çarpan uçak görselleri hala pek çok insana o günü yeniden yaşatmaktadır.
Deprem sonrası basına yansıyan fotoğraflar umut verici kurtarılışların ifadesi de olsa o fotoğrafların öznesi olan kişiler bundan sonra hep ‘deprem mağduru’ olarak etiketlenecek, belki de ömür boyunca bu sebeple de mağdur olacaklardır.
Bu felaketten sonra yapılacaklar aklıselim bir şekilde hem resmi kurumlar hem de sivil toplum kuruluşları tarafından dikkatle planlanmalı ve uygulamaya konulmalıdır. Bunun için de alanda uzman olan doktorlar, deprem uzmanları, psikologlar, psikiyatristler, sosyal hizmet uzmanları, çocuk gelişimciler, kurtarma ekipleri, acil yardım personeli ve tıbbi uzmanlar gibi her kesimden görüş alınarak çok ayrıntılı çalışmalara geçilmelidir. Depremin ardından ilk birkaç hafta acil ihtiyaç psikoterapi değil, tıbbi ve psikolojik ilk yardımdır. Öncelik fiziksel ihtiyaçlar, hayatta kalma, barınma, güvenlik ve yeme içme ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır.
Bunların dışında neler yapılmalıdır dersek:
Yaşadığımız büyük deprem elbette çok ağır sonuçlarla yüzleşmek zorunda bıraktı bizi. Uzun zaman alsa da mutlaka aşılacak bütün sorunlar. Ne yazık ki can kayıplarımızı telafi etmek mümkün değil. Ancak acılara ortak olabilir, duyguları paylaşabilir ve birbirimize destek olabiliriz. Acılara rağmen ayakta ve hayatta kalmayı yeniden başarabiliriz. Bunun için de birbirimizin duygularına, yaşanılan öfkeye anlayışla ve saygıyla yaklaşmayı öğrenmek gerek. Bu yaşanılanlardan artık gereken dersi çıkarmak gerek.
[2023-02-15]
Şiddetin geçmişi çok eskiye dayanıyor ancak akran zorbalığı konusu 20 yıllık bir geçmişe sahip. Daha doğrusu zorbalık olarak nitelenmesi önemli bir ...
Evliliklerde çocuk, evliliği zenginleştiren bir unsurdur ancak maalesef hala sorunlu giden evlilikleri kurtarmak üzere bir can simidi gibi görüldüğünü vurgulamak isterim. ...
Malum haftalardır önce Çin’de ortaya çıkan, sonrasında da tüm dünyayı etkisi altına alan Corona Virüs tehdidi nedeniyle zorunlu çalışanlar hariç, hepimiz ...
İnsanlara siz hangi ötekisiniz diye sormak yerine, bence yine kendi geçmişimize dönme vaktidir. Çok değerli düşünürleri, şairleri, yazarları, halk ozanlarını doğurup ...