SERAP DUYGULU

ANA SAYFA  »  MAKALELER  »  GÜNCEL YAZILAR   »  JONAH KOMPLEKSİ

JONAH KOMPLEKSİ

Jonah Kompleksi

Jonah Kompleksi ya da Kendini Sabote Etme kavramı ilk defa, İhtiyaçlar Hiyerarşisi kuramından tanıdığımız Amerikalı Psikolog Abraham Harold Maslow tarafından tanımlanmıştır.

Maslow’un ilham kaynağı da Hz. Yunus, İncil’deki adıyla Jonah oluyor. Bu nedenle dilimize Yunus kompleksi ya da Kendini Sabote Etme olarak girmiştir. Anlatıya göre Ninova halkını uyarmak için görevlendirilen Jonah, bu görevi yerine getirmek yerine başka bir gemiye binerek kendisinden istenen görevden kaçmaya çalışır. Maslow, insanın hayatında yapması gereken görevlerden bu şekilde kaçınmasının arkasında, sorumluluk alma, başarı elde etme ve büyüme korkusu olduğunu belirtiyor.

Bildiğimiz gibi, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinin son basamağında yer alan ‘İnsanın Kendini Gerçekleştirmesi’ aynı zamanda bireyin sahip olduğu yetenekleri keşfetmesi, kendini tanıması, farklı beceriler elde etmesi gibi bir takım kazanımları da kapsayan bir noktayı işaret ediyor. Bütün bunlar gayet güzel amaçlar ancak bu amaçlar beraberinde bilinmeyenden korkma, kaygı ve yeni sorumluluklar da getirebiliyor.

Bu nedenle, inanılmaz gibi görünse de aslında birçok insan başarmaktan, kendini göstermekten, yapabileceği ve performansını ortaya koyabileceği çalışmalarda yer almaktan korkuyor. Bunun birkaç nedeni var. En önemlisi başarma ve bu başarı nedeniyle içinde bulunduğu toplulukta sivrilerek, göze batma ve dışlanma kaygısı. Bu bir anlamda anlaşılabilir bir şey. Çünkü birçoğumuz çevremizde tanık olmuşuzdur; başarılı insanların yalnızlaştığına, o başarıların arkasında bir takım şeyler arandığına. Bu duruma düşmek, ait olduğunuzu hissettiğiniz gruptan, toplumdan ötelenmek demek. Belki de uzun zaman içinde, bin bir emek harcayarak edindiğiniz yeri kaybetmek, dışlanmak kolay kabul edilebilir bir şey olmayabilir. İkinci bir neden ise, değişimden ve değişimin getireceklerinden korkmak. Bu da yeni bir çevre, yeni sorumluluklar ve yeni çabalar demek. Yani hem değişmekten, hem de yeni olandan kaygılanmak anlamına geliyor.

Bir diğer neden, ‘yapamazsam, yanlış yaparsam, benden beklenen başarıyı gösteremezsem.’ kaygısı. Evet yapamadığımız şeyler de olabilir, üstelik deneyimlerimizi yapamadığımız, başaramadığımız olaylardan kazanıyoruz. Kendimize bu fırsatı vermek gerek. Ancak toplumsal baskıya direnemiyoruz. Başkalarının ne dediğine çok önem veriyoruz. Bu konuda en iyi örnek birçok öğrencinin ve anne babanın yaşadığı sınav kaygısı ve stresidir. Anne babaların söylediği bir cümle vardır: Çalışsa çok iyi sonuçlar elde edecek ama bir türlü çalışmıyor. Bu şikayetin arkasında elbette öğrenme güçlükleri, dikkat eksiklikleri, hiperaktivite gibi başka sorunlar da olabilir. Ancak pek çok çocuk ve gençte, ‘başaramazsam’ korkusu ve kaygısı ağır bastığından hem disiplinli bir çalışmaya giremezler, hem de çalışmayı reddederler. Eğer çalışırlar ve istedikleri sonuçları alamazlarsa arkadaşları arasında ve aile içinde dışlanmaktan, suçlanmaktan korkarlar. Başarırlarsa da yine arkadaşları arasındaki eski konumlarından uzaklaşmaktan, onların arasında yer bulamamaktan ve aile içinde daha fazla beklentilerle yüzleşmekten korkarlar.

Bütün bu olumsuz duyguların ilginç yansımaları oluyor. Sosyal Medyada herkesin, en güzel, en yakışıklı, en zengin, en mutlu, en yetenekli, en bilgili, en zeki, en ışıltılı yaşamlar yaşıyormuş gibi hayatlarını sergilediklerini görüyoruz. Belki de yapmak isteyip yapamadıklarımızı bu şekilde kolay yoldan ‘öyleymiş’ gibi sunmayı tercih ediyoruz. Çünkü öbür türlü sorumluluk almak, alışkanlıklarımızdan ve konfor alanımızdan uzaklaşmak, yeni olanla tanışmak, emek harcamak gibi pek çok çabaya girmek gerekecek. Üstelik ruhen doymuş, Maslow’un ifade ettiği gibi ‘kendini gerçekleştirmiş’ insanın bunları sergilemesine gerek yok. O sahip olduklarıyla mutludur. Olmak istediklerine ise ulaşmak için çaba gösterir.

Bütün bu sosyal medya filtreleri neden var sanıyorsunuz? Olmadığımız gibi, yapamadığımız gibi değil, olmasını istediğimiz gibi görünmek istiyoruz. Ama çaba göstermeden, ter dökmeden, kolayca ve oturduğumuz yerden ulaşalım beklentisindeyiz. Ancak bu beklenti ne yazık ki mutluluk getirmiyor.

Tüm bunların sonucunda, bir tür zincirleme tepki oluşuyor. Her bir kaygı yeni kaygıları getiriyor bireylere. Bireysel olarak bu yaşanılan kaygılar, geri çekilmeyi, sessiz ve etkisiz olmayı tercihe yöneltiyor insanları. Sonuç olarak daha az performans göstermeyi, hayallerimizi ulaşılmaz olarak görmeyi, daha azına razı olmayı ve isteklerimiz için mücadele etmekten vazgeçmeyi seçiyoruz. Sözün özü kendi kendimizi sabote ediyoruz. Kendimize, yapabileceklerimize karşı sessiz bir savaş başlatıyoruz.

Ve sonuç çok ilginç bir noktaya getiriyor bizleri: Cahil Cesareti ya da Dunning-Kruger Sendromu.

İşte bu yapmaktan kaçındığımız, performansımızı ortaya koymaktan kaçındığımız her durumda birileri bu işlerin sorumluluğunu alıyor. Üstelik bilgisi olmadan, sadece daha cesur, daha gözü kara olduğu için pek çok şeyi üstleniyor. Peki, nedir bu Cahil Cesareti, kısaca özetlersek:

Cornell Üniversitesinden iki psikolog; Justin Kruger ve David Dunning ciddi bir araştırma yapmışlar. Bazı tezler öne sürmüş ve ilginç sonuçlara ulaşmışlar. Araştırma kendi adlarını verdikleri bir Sendrom olarak literatürdeki yerini almış: Dunning-Kruger Sendromu. Sendrom, aslında bir tür algılamada yanlılık eğilimidir ve bildiğimiz anlamda ‘Cahil Cesareti’ sözünün bilimsel olarak tam karşılığıdır.

Bu iki psikolog hak etmediği halde bazı insanların nasıl olup da üst düzey görevlere gelebildiklerini , dahası bu görevleri nasıl alabildiklerini merak edip 1999 yılında bir görüş koyuyorlar ortaya: Cahil kişi, gerçek bilgiye sahip olan kişinin özgüveninden daha fazla bir güven duygusuna sahiptir.. Yani cahil kişi cehaletinden kaynaklanan bir öz güvene sahiptir.

Bu teori pratikte ‘Yetkin olmayan insanlar, vardıkları yanlış sonuçlar ve talihsiz seçimlerin yanlışlığını anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdir.’ diyor. Bu teori üzerine yapılan fiziksel ve bilişsel araştırmaların sonuçları da şöyle:

• Niteliksiz insanlar kendilerindeki yetersizliğin ve bilgisizliğin farkında değillerdir.

• Niteliksiz insanlar, var olan özelliklerini ve az sayıdaki becerilerini abartma eğilimindedirler.

• Niteliksiz insanlar, diğer insanların becerilerini ve donanımlarını anlama konusunda da yetersizdirler.

• Niteliksiz insanlar bazı beceriler kazanmak üzere eğitildiklerinde ise kendilerindeki niteliksizliğin farkına varmaya başlarlar.

Buna göre, kişiler az bilgi sahibi oldukları konularda sahip oldukları bu sınırlı bilgiyle aslında konunun tümüne hakim olduklarını düşünecek kadar yüksek bir özgüven duygusu yaşıyorlar. Hatta ne kadar az bilgiye sahip olduklarını anlamaktan da çok uzaklar. Yani araştırmanın özü olan; bilgisizlik, gerçek bilginin tam tersine, kişilerin kendine güven duymasını sağlar.

Bu araştırmalardan ve uzmanların ortaya koyduğu sonuçlardan aslında anlamamız gereken şey şudur:

• Bilgisizliğin gözü karalığı da, çok bilginin verdiği ince hesapların da yararı olduğu kadar zaman zaman zararı dokunabilir.

• Bazen konuyu çok iyi bilmemize rağmen, başarı odaklı kaygılarımız o kadar fazla olabilir ki, gerçekten başaracağımız konularda bile bu kaygılar nedeniyle başarısız olabiliriz.

• Öğrencilerin sınavlarda yaşadıkları stres buna iyi bir örnektir. Gençler konuyu bilmedikleri için değil, çok iyi bildikleri halde başarısız olma korkularını yenemedikleri için gerçekten de başarısız olmaktadırlar.

• Bilgi sahibi olan insanların takdir edilmeyi beklemek yerine artık daha rekabetçi bir toplumda yaşıyor olduğumuzu hatırlayarak kendilerini gösterme konusunda daha atak davranmalarında fayda var.

• Alçak gönüllü olmak iyidir ama bilgi sahibi olduğunuz konularda gereksiz alçak gönüllülük fark edilmenizi değil, arada kaynayıp görünmez olmanıza yol açabilir. Gereksiz tevazu hak ettiğiniz yerlere gelmenize engel olabilir.

• Bugün çok önemli firmaların kurucularının aslında o konuda hiç eğitim almadıklarını, konuyu bilmediklerini hatırlatmak isterim. Bilgi önemlidir evet, ama bilgiyi göstermek ve kullanmak için cesur olmak gerekir.

• Çok fazla tevazu göstermek, keşfedilmeyi ya da takdir edilmeyi beklemek, cesaret yoksunluğu hırs yoksunluğu olarak nitelendirilebilir. Bu da aslında hak edilen yere gelmekten alıkoyan bir faktör olabilir.

Son söz olarak Dunning-Kruger Sendromu araştırmasının 2000 yılında psikoloji dalında Nobel Ödülü kazandığını belirtmek isterim.

Bütün bunlara bakınca, daha cesur davranmamız, sorumluluk almayı istememiz ve çaba göstermemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Aksi halde, kendimizi sabote etmeye devam ettiğimiz sürece dışarda düşman aramaya gerek yok…

[2022-09-13]


Paylaşım:

BU YAZILAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

dijital-hayatlar-551055

DİJİTAL HAYATLAR

Günümüzde Covid19 salgını ile beraber her eylemin, eğitimin, iş hayatının, sosyal ilişkilerin de dijital araçlar yoluyla yapılması hepimizi akıl almaz bir ...

yeni-981

YENİ YIL YENİ KARARLAR

Yeni yıla 1 aydan daha az bir süre kala, biz her yıl olduğu gibi önümüzdeki yıl için de yeni kararlar almaya ...

sanal-zorbalik-740

SANAL ZORBALIK

Sanal zorbalıkta sadece kişiyi hedef alan bir saldırıdan çok aileyi ve yakınları hedef alan tehditler de olabiliyor. Gençler içine düştükleri durumu ...

psikopat-sosyopat-antisosyal-935

PSİKOPAT, SOSYOPAT, ANTİSOSYAL

Psikopati ve sosyopati, aslında bir kişilik bozukluğu olan antisosyal kişilik bozukluğu ile aynı anlamı taşır. Antisosyal kişilik bozukluğu olan kişiler, günlük ...


MAKALELER
MAKALELER

Çocuk&Ergen, Yetişkin, Aile, Eğitim, Anne&Baba ... konulu makaleler.

VİDEOLAR
VİDEOLAR

Video arşivi, TV programları...

FOTOĞRAF GALERİSİ
FOTOĞRAF GALERİSİ

Sunum, seminer, söyleşi, eğitim çalışmalarımıza ait fotoğraflar.

BİZDEN HABERLER
BİZDEN HABERLER

Ne zaman neredeyiz? Bizi bu köşeden takip edebilirsiniz?

BASINDA BİZ
BASINDA BİZ

Bizimle ilgili basında yer alan haber, makale ve görseller...

2024. Site içeriğinin telif hakları SERAP DUYGULU'ya aittir.

Avinga | XML